Yazar :
Begüm Yılmaz & Dr. Gizem Sürenkök
Begüm Yılmaz & Dr. Gizem Sürenkök
Çevremizde bulunan bir yer zarar gördüğünde, doğal bir felaket yaşandığında ya da hayvanların, bitkilerin yok olmasına tanıklık ettiğimizde hemen hemen her birimiz bunun karşılığında karmaşık duygular deneyimliyoruz. Kimimiz “Benim de bunda büyük bir payım var.” diyerek utançla kendini suçlarken, kimimiz kendisine ya da başkalarına öfkeleniyor, kimimiz ise yitip gidenlerin ardından bir yas sürecine giriyor.
Yas, yaşadığımız bir kayıp sonucu verdiğimiz tepkiler bütününe deniyor. Herkes aynı yas sürecini deneyimlemiyor ya da dışarıdan bakarak kimin yas tutup tutmadığına karar vermek mümkün olmuyor. Herkesin acısını ya da kaybını yaşama şekli, sadece kendisini ilgilendiriyor. Yine de yas sürecinin belli başlı ortak aşamaları olduğu görülüyor. “Elisabeth Kübler-Ross”, yas sürecinin 5 aşamadan oluştuğunu ve bu aşamaların insanların büyük bir çoğunluğunda görüldüğünü belirtiyor. Kübler-Ross’un bu modeline göre, bir kayıp sonrası ilk olarak reddetme, ardından kızgınlık, pazarlık ve depresyon süreçlerinden geçiyoruz. Son olarak ise kabullenme aşaması geliyor. Daha çok ölüm nedeniyle kaybettiğimiz kişilerin ardından duyduğumuz yas sürecini açıklamak için ortaya atılmış olan bu model, romantik ilişkilerdeki ayrılıkları ya da dengesi her geçen gün bozulmaya devam eden dünyamızın geçirdiği değişimlerin ardından yaşadığımız süreci açıklamak için de kullanılıyor.
Yaşadığımız süreç hem yaşadığımız çaresizliği, hem de bitkilerin, hayvanların, ormanların yani kaybettiklerimizin ardından yaşadığımız yası barındırıyor. Ekolojik yas, araştırmacılar tarafından çevresel değişimler nedeniyle ormanların, anlam taşıyan bölgelerin, ekosistemin ve canlıların gördüğü zarardan ve onları kaybetmekten dolayı duyduğumuz üzüntüden dolayı ortaya çıkan yas olarak tanımlanıyor. Buradaki yas sadece kaybedilen doğal ortama karşı değil, yaşamımızda da bir şeylerin değişecek olmasına bir tepki olarak da karşımıza çıkıyor. Yani aslında ekolojik yas tutarken sadece coğrafi açıdan bir kaybın acısını değil, bir yere ya da dünyanın kendisine ait kültür, benlik, kimlik ve bilgi kaybımızın da acısını tutuyoruz. Kübler-Ross’un yas modeli, “Stephen Running” tarafından ekolojiye uyarlanıyor ve bize yepyeni bir bakış açısı sunuyor. “Peki Kübler-Ross’un ekolojiye uygulanan yas modeli bize bu süreçle ilgili neler söylüyor?” “Ekolojik yas deneyimlediğimizde tam olarak hangi evrelerden geçiyoruz?”
Aşama: İklim Değişikliğini Reddetme:
Bilimsel çalışmalar ısrarla aynı şeyi gösteriyor: İklim krizi gerçek ve yaşam alanlarımız tehlike altında. Ancak bilimsel çalışmalardan ortaya çıkan sonuçları bunların doğru olma ihtimalinden korkup reddetmek oldukça yaygın. Bu durum, ekolojik yasın ilk aşaması olabiliyor. İklim değişikliğini reddetmek daha kolay olsa da, farkına varıp adım atmak için gerçeklerle bağ kurmamız gerekiyor.
Aşama: Kızgınlık:
Doğanın zarar görmesi veya yok olması aslında dünyanın bir parçası olan bizlerin almış olduğu kararlar sonucu gerçekleşiyor. Fakat genellikle bu tarz durumlarda “dünyayı bu hale getiren insanlar” gibi, bizim dahil olmadığımız bir grup insan olduğunu düşünerek öfkelenebiliyoruz. Kimi zaman da bu kızgınlığı kendimize karşı hissedebiliyoruz. Yaşanan tüm doğal felaketlerin sebebi sadece bizmişiz gibi kendimize yükleniyoruz. Aslında doğanın yok olmasının tek sebebi bizim bireysel aksiyonlarımız olmasa da, bu aksiyonlar zincirin önemli bir halkasını oluşturuyor. Kızgınlık beraberinde bir düşünceye takılı kalıp hiçbir aksiyon almamaya da neden olabiliyor. Öfkemizi ya da kızgınlığımızı, bu konuda bilgimizi arttırarak dünyamızı kurtarmaya yönelttiğimizde faydalı bir şeyler yapmış oluyoruz.
Aşama: Pazarlık Yapma ya da İklim Değişikliğinin Olası İyi Yönlerine Odaklanma:
Kışları eskiden sert geçen, ancak iklim değişikliğiyle birlikte artık iyice ılımanlaşan bir bölgede yaşıyorsanız “İyi tarafından bakmak lazım. Artık kışın o kadar da kalın giyinmeme gerek kalmıyor.” gibi bir düşünce zihninizden geçiyor olabilir. Bu pazarlık aşamasında kendimizi biraz olsun iyi hissetmek ya da suçluluk hissini bir kenara bırakmak adına “İyi düşünelim iyi olsun.” minvalinde düşüncelere başvurabiliyoruz. Ya da iklim değişikliği ve bunun doğuracağı sonuçlar hakkında konuşmanın lüks olduğunu öne sürüyoruz. Bu düşünce bizi rahatlatarak hissettiğimiz suçluluğu hafifletebiliyor. Böyle zamanlarda bunun bir lüks olmadığını fark etmek için, iklim değişikliğinin sonuçlarından belki de en çok, kaynakları kısıtlı olan ve “görülmeyen” kesimlerin etkileneceğini hatırlamak gerekiyor.
Aşama: Depresyon:
İklim krizinin gerçekliğimiz olduğunu ve bunun korkutucu sonuçlarından kaçış olmadığını fark ettiğimizde depresyon aşamasına geçiyoruz. “Bu gerçekten ciddi. Ne yapacağız?” ile “Hepimiz o kadar benciliz ki her şey daha kötüye gidecek.” düşünceleri arasında sıkışıp kalıyoruz. Bu aşamada günlük hayatımıza devam edecek enerjiyi bulamıyor, motivasyonumuzu kaybedebiliyoruz. Bu duruma iklim bilimcilerde ve aktivistlerde sık rastlanıyor. Araştırma yapmaya devam edip bu konu hakkında bilinçlendirme çalışmalarında bulunsalar da kendi öz bakımlarını ihmal ederek tükenmiş hissedebiliyorlar.
Aşama: Durumu Kabullenme
Kübler-Ross’un yas modelinde bu aşama ölümün gerçekliğini sakin bir şekilde kabullenme olarak tanımlanıyor. Ancak insan ölümü nedeniyle duyduğumuz yas ile doğanın yok olmasından dolayı duyduğumuz yas aynı değil. Biz ölsek de doğa yaşamaya devam ediyor. Bu nedenle ekolojik yasta bu aşamayı daha çok iklim değişikliği hakkındaki gerçekleri kabullenmek olarak yorumlamak gerekiyor.
Sadece bugünü ve kendi hayatımızı düşünerek ya da hayatımızı iklim krizi konusunda var olan gerçekliği reddederek yaşadığımızda, çocuklarımıza yaşanabilir bir dünya bırakmaktan o kadar uzaklaşıyoruz. Bunun bilincinde olarak hayatımıza bireysel olarak yapabileceğimiz değişiklikleri uyguladığımızda, gelecek nesillere de bu anlamda yaşanılası bir dünya bırakma olasılığımız artıyor.